GİZEM DAL, Klinik Psikolog
6 Şubat’ta meydana gelen, 50.000’den fazla insanın yitirildiği Kahramanmaraş merkezli depremlerin üzerinden neredeyse üç ay geçti. Olayın bedenleri, evleri, işleri ve şehirleri yıkan fiziksel boyutunun yanı sıra ondan doğrudan ve dolaylı olarak etkilenen pek çok kişinin iç dünyalarında yarattığı dehşet ve yıkım düşünüldüğünde, bu olay kitlesel bir travma olarak tanımlanabilir. Peki aradan geçen bu sürede bu kitlesel acıyla ne yapılmış olabilir? Yıkımdan doğrudan etkilenenler acının gölgesinde yaşamaya devam ederken, biraz daha uzaktakiler için olayın ilk zamanlardaki etkisi azalmış, hatta unutulmuş olabilir mi? Eğer öyleyse bu nasıl ve neden böyle olur, unutmanın bireysel ve toplumsal sonuçları neler olabilir?
Bireyselden toplumsala acıyı unut(ama)ma
Bir olayı kişi için travmatik yapan şey onun öznel deneyiminde bulduğu anlamdır. Kişi için travmatik olan onun ruhsal dengesini ve günlük yaşamsal işlevlerini bozucu bir rol oynar. Uzun süren çaresizlik, anlamsızlık, umutsuzluk, tekinsizlik, kontrol ve inanç kaybı, kopukluk ve yalnız bırakılmışlık gibi katlanılması güç duygular uyandırır[1]. İnsan zihni bu kadar yoğun bir duygusal uyarılmayla baş edebilmek adına bazı savunma mekanizmalarına başvurabilir. Bastırma ve inkâr belki de bu mekanizmaların en yaygın olanlarıdır. Bilinçdışının kâşifi Freud’un tasviriyle, travmatik materyal bilincin doğal akışından koparılarak, zihnin hemen ulaşamadığı, kuytu köşelerine saklanır, yani unutulmuş gibi yapılır[2]. Ancak bu yüklü materyal saklanıldığı yerde var olmaya devam etmekte, kişinin farkında olmadığı bir parazit gibi onun ruhsal enerjisini tüketmekte, bazen ansızın patlayan bir huzursuzluk olarak açığa çıkmaktadır. Yani bilinçli taraf unuttuğunu zannetse de bilinçdışı travmatik materyali tutmakta, onu saklamaktadır. Bu mekanizma anlık olarak işlevsel gibi gözükse de, uzun vadede yüksek riskli yan etkiler oluşturmaktadır. Örneğin, kişinin travmatik olanı, farkında olmaksızın kendine tekrar tekrar yaşatması gibi.
İnsanlar yaşadığı toplumdan azade canlılar değildir. Bireysel olan iç dünyalar aslında toplumsal bağlamın ışığında şekil alır. Mesela, yaşanılan bir acı ancak o toplumda güvenle ifade edilebilecek bir alan bulabilirse; yani görülür, tanınır ve kabul edilirse bilinç düzeyinde işlenebilir, yatıştırılabilir hale gelir. Aksi takdirde, toplumun bazı fertleri veya küçük gruplarının üzerine atılmış, onların unutmasına izin verilmeyen, onlar tarafından sürekli taşınan ve belki de sonraki kuşaklara aktarılan büyük yükler halini alır[3]. Öte yandan, kolektif hafızadan ayrı tutulan bu travmatik anılar gün yüzü görmedikçe o topluma zarar verme ihtimali artan acı bir gerçek halinde tekerrür de edebilir. Tıpkı 1999’da yaşanan ve belki de yeterince işlenemeden toplumsal belleğin derinlerine gömülen büyük acının tüm yıkıcılığıyla geri dönmesi gibi.
Travmayı çalışabilmek
Judith Herman ünlü kitabı “Travma ve İyileşme”nin ilk bölümünde travma alanındaki çalışmaların aktif olarak araştırılma ve unutulma dönemleri olduğundan bahseder[4]. Çünkü ona göre “insanın yaralanabilirlik ve kötülük kapasitesiyle” yüzleşmek, dehşetli olaylara tanık olmak oldukça güçtür. Hele ki travmaya insan ihmali veya kastı sebep olduğunda, failin bunun toplum nezdinde unutulmasını istemesi, tanık olanların ise bu taşıması güç yüklerle kurbanları baş başa bırakmanın cazibesine kapılarak failin isteğini gerçekleştirmesinin ne kadar mümkün ve yaygın olduğundan bahseder. Herman, toplumda gücü elinde bulunduranların fail olduğu durumda oluşan bu unutma atmosferinden toplumu çekip çıkaracak, acıları kolektif bilince geri döndürecek olan şeyin ise insan haklarını temel alan politik hareketlerin varlığı olduğuna vurgu yapar. Tarihsel seyrine bakıldığında, bir kenarda unutulduğu sanılan travmalar işte ancak böyle bir politik atmosfer oluştuğunda çalışılabilir hale gelmiştir.
Özetleyecek olursak, ancak bakılan ve görülen acılar sindirilebilir ve güvenle unutulabilir hale gelir. Bastırılan, inkar edilen veya unutturulmaya çalışılan travmatik materyaller unutulamama, kapatıldığı yerden tüm dehşetiyle ve apansızın çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dolayısıyla hem bireysel hem de toplumsal bağlamda acılara bakacak pencereler açmanın önemi büyük gibi görünmektedir.
Pencereler açmak, bağlar kurmak
Şu bir gerçek ki; toplum olarak yakın ve uzak geçmişte yaşadığımız felaketlerin ruhsal etkilerinin silinmesi mümkün değildir. Yıkım gerçekleşmiş ve bu birçok insanın hayatında telafisi mümkün olmayan kayıplara, iz bırakan derin yaralara yol açmıştır. Kanayan yaranın pansuman niteliğinde bir müdahaleye, yani travmanın işlenmesine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak hem kendimizde hem de ötekinde yaşanılan acıya, öfkeye, çaresizliğe kulak vermekten, bağ kurmaktan geçmektedir. Bu noktada, bireysel olarak kendimizin ve yakınlarımızın ne hissettiğini, bunun ışığında neler yaptığını gözden geçirmenin, sınırlılıklarımızın olduğunu hatırlamanın ve baş edemeyeceğimiz yükler taşıdığımızı hissettiğimiz noktada destek istemenin/almanın önemli olduğunu vurgulamak gerekir. Toplumsal düzlemde bu ihtiyacı karşılamanın yolu ise insan haklarını odağına alarak travmatik olanı güvenle konuşulabilir kılan toplumsal örgütlenmeler inşa etmek, var olanları korumak, çoğaltmak ve dayanışmaktan geçmektedir.
[1] Başterzi A. (2021). Kitlesel Travmayı Anlamak, Anlamlandırmak. Ş. Yüksel ve A. Başterzi (Ed.) Kitlesel travmalar ve afetlerde ruhsal hastalıkları önleme, müdahale ve sağaltım kılavuzu içinde (s.3-10). Türkiye Psikiyatri Derneği Yayınları, Ankara.
[2] Freud, S. (1942). Outline of Psychoanalysis. The Psychoanalytic Review (1913-1957), 29, 197.
[3] Özyıldırım İ., Aslantaş Ertekin B. (2021). Kitlesel Travmalar Sonrasında Psikanalitik Psikoterapiler. Ş. Yüksel ve A. Başterzi (Ed.) Kitlesel travmalar ve afetlerde ruhsal hastalıkları önleme, müdahale ve sağaltım kılavuzu içinde (s. 232-248). Türkiye Psikiyatri Derneği Yayınları, Ankara.
[4] Herman, J. L. (2015). Trauma and recovery: The aftermath of violence–from domestic abuse to political terror. Hachette UK.