SERKAN KAHYAOĞLU, Klinik Psikolog
Doğduğumuz andan itibaren güvenli bir otorite figürüyle bağ kurma, onun koruyuculuğu ve rehberliğinde ilerlemeye ihtiyaç duyarız. Ancak ne yazık ki birçok insanın yaşamındaki otorite figürleri bakım verme sorumluluğunu alabilecek olgunluğu ve beceriyi edinememiş olabiliyor. Buna bağlı olarak da ilgisiz, ihmalkar ya da baskıcı, sahte ve kirli otorite figürlerine dönüşüyorlar. Sadece çocuk bakımında değil, yaşamın her anında otorite kisvesi altında kişi ya da mekanizmalar/örgütler; yetersiz, sorumluluk almaktan kaçan, olgunlaşamayan ve kendilerinde var olan güç ve imtiyazlarını sadece kendi kaygılarını ve hazlarını gidermek için kullanabiliyorlar. Kısaca çocuklarını sevip koruması, büyütmesi gereken ebeveynler görmeyi beklerken yetişkin görünümlü ancak büyümemiş bireyler görüyoruz sıkça. Ya da kuralları uygulayacak ve düzeni sağlayacak yöneticiler beklerken kuralları ve düzeni kendi çıkarları için kullanan devlet/şirket/parti yöneticileriyle karşılaşıveriyoruz.
Tüm bunlar insanlara ve dünyaya dair güven ve öngörülebilirlik hissimizi incitiyor. Çünkü kirli, sahte otorite diye adlandırdığım otoriter tutum; insanın özgür bir birey olarak soru sorma, düşünme, isteme, itiraz etme, uyum sağlama, dayanışma kapasitesini yani “kendisi gibi olma” sorumluluk ve becerisini elinden alabiliyor. Aslına bakarsanız insan, yaşamının ve tarihin her döneminde kirli otoritenin dayattığı güçle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Neden mi? Ruhumuzun bir yanı korkup sinerken diğer bir yanı hınzır, özgür bir çocuğun merak ve arzusunu temsil eden yaşama sevinci ve insan onurudur. Bu mücadelenin birkaç örneğini otoriterliğin ruhumuza etkilerini göstermesi açısından sunmak isterim:
Otoritenin yumruğuyla uyanmak
Ankara’nın bir gecekondu semtinde soğuk bir aralık sabahında okul için hazırlanan 17 yaşındaki genç, dedesinin anneannesinin yüzüne attığı yumruk sonrası araya girer ve dedesini iter. Yaşlı kadın bir köşede korkmuş, sinmiş şekilde ağlarken genç ısrarla “Neden vurdun ona? Sen ne biçim bir adamsın!” diye bağırmaktadır. Dede küfürler eşliğinde eşine “Benden habersiz tencere tavacılara nasıl senet imzalarsın? Nasıl ödeyeceğim ben şimdi bunu?!!!” der.
Birkaç satırda fiziksel, duygusal, sözel, sosyal, ekonomik şiddeti görmek mümkün. Üstelik ne yazık ki kuşaklar boyu içerik değişse de deseni değişmeyen bir süreç devam ediyor. Dedenin kontrol etme ayrıcalığını “Erkek, para kazanan, evin reisi” olmaktan aldığını düşünebiliriz. Bu anti-demokratik ve gayet kontrol odaklı güç, kendine atfettiği yetki ile “otoriterlik” sergilemektedir. Anneannenin belki daha düzgün, rahat yemek yapabilme isteği ve kim bilir küçük bir umutla bu düşüncesi için takdir alabileceğine ilişkin inancı ne kadar başkalarına -kirli otoriteye- odaklı değil mi? Öyle ki cezalandırıldığı davranışı bile kirli otoriteye yaranmak için yaptığı bir eylemin sonucu olabilir.
Evden sonra okulda kirli otorite
Şimdilerde ne kadar geçerli bilmiyorum ama benim ilkokul yıllarımda “tembeller ve çalışkanlar kümesi” diye sınıflarda öğretmenler ayrımcılık yapardı. Öğretmen örtük olarak -yine bir kirli otorite kullanarak- “Bakın ben iyiyim, nasıl da çalışkan öğrencilerim var. Onlar başarıyor ama tembellerin başarısızlığı kendi sorunları!” diyerek bir tür oyunla kendini kurtarırdı. Hatta birçok yetersiz öğretmenin tıpkı yetersiz yöneticiler gibi -otoriterliklerine bahane bulmak- için “tembel, aptal” öğrencilerin hep kendisine denk geldiğini bu yüzden de onları sürekli kontrol edip, cezalandırmak zorunda kaldığını duyarız. Otoriterliğin en önemli özelliklerinden biri mutlak iyi-kötü ayrımları yapmasıdır. Ona karşı, ona rağmen, onunla uğraşan, maruz kaldığı kötüler ve ona biat eden, koşulsuz şartsız onun yanında olan iyiler vardır.
Güçler hiyerarşisi
Her otorite güç ve/ya kaynakları kullanır. Kullanım şekline göre kapsayıcı, bilge, destekleyen ve koruyan bir öğretmene, yöneticiye, üst bakışa (süpervizöre) ya da beceriksiz, çıkarcı, ayrımcı zalim bir otoritere dönüşebilir. Otoriterlerin bir diğer özelliği de başka bir zalime bağımlı olmasıdır. Bu şekilde otoriterler aşağıdakilerini ezerek ve yukardakilere biat ederek güç hiyerarşisi sıralamasında yerlerini alır. İdealize edilen ise en yukarıdakidir. Az önceki örnekte evde karısına şiddet uygulayan dede, iş yerinde yöneticilerine karşı yaşamda, ekonomik statüsüne göre, büyük ailedeki sırasına bağlı olarak otoriteye kayıtsız -şartsız boyun eğer.
Otoriter neden, nasıl otoriter olur?
Otoriter gücü ve kaynakları kendi uhdesinde tutmak ister hatta bu onun için hayati bir ihtiyaç gibidir. Peki ama neden? Otoriter insanların en önemli sıkıntısı paylaşıldıkça kendilerine kalmayacağına inanmalarıdır. Bir diğer önemli nokta kurallara ve liyakata sadık bir düzende kendilerinin başarılı olamamaktan aç, güçsüz ve yetersiz kalmaktan korkmalarıdır. Bu durum çözülmemiş, yönetilemeyen haset duygusunun bir sonucudur.
Haset duygusu psikoterapi odasında olduğu kadar yaşamda da birçok durumu anlamamıza ışık tutar. Terfi aldığınızda veya bir başarı elde ettiğinizde içten bir tebriğini alamadığınız yakın arkadaşlarınız olmuştur belki. Birçok insan psikoterapi odasında inkar ettiği hasediyle yüzleştiğinde nasıl büyük bir yükü gereksizce taşıdığını, kendisine ve başkalarına yaptığı haksızlığı fark eder. Psikanalist Melanie Klein haset duygusunu “başkasında olanın bende olmamasına duyulan öfke” olarak çok anlamlı ve işlevsel şekilde tanımlamıştır[1]. Otoriterler büyük bir haset duygusu içinde kıvranırlar iç dünyalarında. Diğerlerinin, en azından birilerinin ondan az, zayıf, fakir ve ona bağımlı olmasını talep ederler. Çünkü sevginin karşılıklı, dayanışmanın yokluğu ve varlığı birlikte paylaşmak olduğunu öğrenemedikleri bir kişilik geliştirmişlerdir. Buna bağlı olarak da kirli otorite başkalarının güçlenmesinden, bilmesinden, uzmanlaşmasından büyük bir endişe duyarlar.
Otoriterliğin bir diğer kökeni ayrımcılığa uğramış olması ve mutlak kategorilerle düşünmeyi bir yaşam şekli haline getirmesidir. Otoriterler için “makbul vatandaş, hayırlı evlat, doğru insan, namuslu sevgili, doğru din, cinsel yönelim” gibi tanımları vardır. Bunları katı şekilde tek yönlü doğru-yanlış çizgileri içinde tanımlarlar. Böyle olunca da kaçınılmaz olarak çarpıtılmış, gerçekliği anlamada yetersiz bir değerlendirme sistemine sahip olurlar[2]. Bu kalıp yargılar, kendisinden olmayanlara karşı hissedilen yoğun duygularla birleşip önyargılara dönüşür. Tüm bunlara bağlı olarak sevgilisini, evladını, yönettiği kişileri, vatanını, milletini, devletini sadece kendi doğrularıyla “Kontrol etmem, yönetmem lazım, başka türlüsü kayıp, günah, yanlış olur.” inancıyla hareket eder. Tabii ki bu denklemde diğerlerinin düşünceleri, duyguları, istekleri göz ardı edilir, sesleri çıkarsa ezilir, yok edilmeye çalışılır.
Ama ve ne iyi ki “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”
Steve Taylor “Çöküş” kitabında insanın egosunun yıkıcı yanlarından bahseder. İnsan egosu; doğayla birlikte değil doğaya rağmen ve doğayı kontrol etme derdine düştüğünde ayrımcılık, gücün tekelleşmesi ve yıkıcı güç kullanımı başlar. Kitabında uzunca insan egosunun yıkıcı sonuçlarını anlatan Taylor, sonuç olarak otoriterliğin de insan egosu tarafından yıkılacağını belirtir. Çünkü insanın yaşamını sürdürebilmesi için dayanışma, paylaşma ve birlikte çözüm üretmeyi seçecek kadar akıllı olduğunu düşünmektedir. Sadece aklın değil evrimin de bunu işaret ettiğini söyler[3]. Buna bağlı olarak iyi haber insan beyninin kendini yenileme, dönüşme ve çözüm üretebilme kapasitesine sahip olmasıdır. Bu kapasite yaşamda kalmaya odaklı olduğu için şiddetin, ayrımcılığın bir birey ve toplum olarak sürdürülebilir olmadığını görür. İnsanlar şiddeti, tehditi, otoriterliği kullanan insanlara belli bir süre tahammül eder ama farklı seçenekleri fark ettiğinde er-geç onun sevgilisi, evladı, taraftarı olmaktan vazgeçer. Çünkü sürekli huzursuzluk hali kimseye iyi gelmez.
Barışçıl, eşitlikçi yaklaşımlar her zaman daha kolay ve ucuzdur. Ayrıca barışın insan doğasına şiddetten daha yakın olduğuna inanmak bedenimizi, zihnimizi ve ruhumuzu ferahlatır. Zira özgür ve kendin gibi olabilmek kendini tekrar tekrar üreten bir kaynaktır. Bir seçim yapacaksak barıştan, dayanışmadan yana yapmak sorunlara birçok çözümü getiren imeceyi oluşturacağı için hepimizin ruhuna ve ilişkilerine iyi gelir.
[1] Klein, M., Çev: Koçak O., Erten Y., (2002) Haset ve Şükran Bağlam Yayınları, İstanbul
[2] Paker, M., (2012) “Psikolojik açıdan önyargı ve ayrımcılık”, Ceyhan., M.A., Çayır, K., (der), Ayrımcılık: Çok boyutlu yaklaşımlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s. 41-52.
[3] Taylor, S., (2005) Çöküş Maya Kitap, İstanbul