ELİF GÖKÇE, Klinik Psikolog
Doğmak, kendi isteğimiz dışında gerçekleşen ilk hayat olayıdır. Bizi kimin doğuracağına, kimlerin büyüteceğine, hangi yerde yaşamımızın ilk yıllarını geçireceğimize dair karar verme imkânımız oldukça kısıtlıdır. Diğer yandan insanın en temel ihtiyaçlarından birinin bağlanma, ilişki kurma olduğu düşünüldüğünde, ilk kimlerle ve nasıl ilişki kurduğumuz hayatımızda son derece önemli bir yere oturur.
Aile kavramının kökeni bilinmemekle birlikte, 2 milyon 100 bin yıl öncesine dayandığı ve insanı insan yapan en temel özelliklerden biri olan dil kullanımıyla birlikte geliştiği söylenebilir[1]. Genelgeçer bir tanım yapmak zor da olsa, ailenin tanımlarından biri “üyelerinin tamamının veya çoğunluğunun birlikte yaşadığı, ekonomik iş birliği içinde ve çocuklarının yetiştirilmesinde birlikte görev alan bir çift veya bir grup akraba”dır[2]. Fakat tarihsel süreç içinde, farklı aile türlerinin ve kavramlarının karşımıza çıktığını gözlemleyebiliriz. Örneğin, çift ebeveynli aileler, tek ebeveynli aileler, LGBTİ+ aileler, resmi evliliği içermeyen aileler, farklı ve aynı ebeveynleri olan çocukların olduğu karma aileler, evlat edinen ya da koruyucu aileler, sperm bankaları, geniş aileler, göçmen aileler, doğuştan atanmış aile, seçilmiş aile ve çok daha fazlası sayılabilir. Son dönemlerde sıklıkla sorulan, cevap aranan “Başka bir aile mümkün mü?” sorusu da tüm bunlara eklenebilir. Kuşkusuz ne tür bir ailemizin olduğu, aile bağlarımızla ve bu bağlarla ne yapmak istediğimizle çok yakından ilgilidir.
Ailenin en temel amaçlarından biri, yetişkinlerin çocuğun sağlıklı gelişimine destek olmalarıdır. Bu desteğin doğasının nasıl olduğu ise büyük önem taşımaktadır. Koruyucu mu, destekleyici mi, tehlikeli mi? Yararlı mı, zararlı mı? Yakın mı, uzak mı? Eşitlikçi mi, ayrımcı mı? Kucaklayıcı mı, reddedici mi? Eğlenceli mi, sıkıcı mı? Yeniliklere açık mı, hep aynı mı? Bir var bir yok mu yoksa hep orda mı? Kurduğumuz ilk ilişkilerin niteliği kendimiz ve dünyaya dair nasıl hissettiğimizi belirleyebilir. Birine güvenebilmek, yakınlaşabilmek, risk alabilmek, değerli hissedebilmek, ayrışabilmek gibi kişiye dair hemen her şeyde ailenin izlerini takip etmek mümkündür.
Farklı aile türlerine göre değişmekle birlikte, ebeveyn(ler) dışında başka çocuklar, kardeşler ve başka yetişkinler de ailenin bir parçası olabilir ya da birlikte yaşıyor olabilir. Onlarla olan ilişkiler de çocuğun günlük hayatını çeşitli şekillerde etkiler. Örneğin, ne zaman yemek yeniyor, okuldan kim alıyor, oyun kiminle oynanıyor gibi rutinlerden bahsedebiliriz. Kişinin içinde büyüdüğü bu sözlü ve sözsüz kurallar, hayata dair teorilerini, beklentilerini ve hatta önyargılarını belirleyebilir. Bir başka deyişle, sadece ebeveynler değil aile kültürü de benlik gelişiminde oldukça önemlidir.
Peki, seçemediğimiz bir şeyle ne yapabiliriz?
Seçemediğimiz bir şeyi değiştiremeyeceğimize dair algı oldukça yaygındır. Oysa, aile kavramının kendisi bile tarih boyunca değişmiştir. Örneğin, günümüzde ailenin kutsallığını tartışıyor, aile içinde eşitliğin nasıl sağlanabileceğini konuşuyoruz. Elbette ailenin içindeki bireyler olarak biz de değişiyoruz.
En temelde, hiçbirimiz küçük bir çocuk olarak kalmıyoruz. Dünyayı, olayları, kendimizi anlama kapasitemiz büyüdükçe artıyor. Her şeyden önce bakımverenimizle aynı kişi olduğumuzu zannettiğimiz bebeklik “illüzyonu” yok oluyor ve ben-öteki ayrımı başlıyor. Zira bebekler, ilk başta bakımverenin bedeniyle kendi bedenini bir bütün olarak deneyimlerken zamanla onu kendi dışında bir varlık olarak görmeye ve yavaş yavaş dünyadaki diğer varlıkları da keşfetmeye başlıyor. Kendi düşüncelerimizi, duygularımızı, kurallarımızı, beklentilerimizi, hayallerimizi, doğrularımızı diğerlerininkinden ve hatta ailemizdekilerden ayırabilmek birey olmanın temelinde yatıyor.
Sağlıklı bir birey olabilmek, ihtiyaçlarımıza, arzularımıza, kızdıklarımıza, istemediklerimize, sevmediklerimize ve daha birçok alana dair daha bilinçli kararlar alabilmek, “ilk evimiz”de yaşadıklarımızı yeniden anlamlandırmak, tartmak, üzerine düşünmek ve bize hissettirdiklerini fark etmekle mümkün olabiliyor. Bu farkındalıklar günlük hayatta aklımıza gelebilecek “Annem böyle yapıyor diye ben de böyle yapıyorum galiba”, “Babam bana kimseye güvenme, derdi”, “Babaannem göçmen komşularımızla konuşmazdı”, “Bana hiç aferin denmedi” anlarında yaşanabiliyor. Arkadaşlar, öğretmenler, komşular, iş arkadaşları, partnerler gibi kurduğumuz ilişkilerde de aile ilişkilerinde yaşanan döngüler tekrar edebiliyor. Bu ilişkilerin besleyici, hatta bazen de onarıcı ilişkiler olmaya aday oldukları düşünüldüğünde, aile ilişkilerini tekrar tekrar yaşamayı ve yaşatmayı seçmemek de önemli oluyor. Bu döngüleri anlamlandırmak, bize ve ilişkiye etkilerini fark etmek, kendini tekrar eden, istenmeyen ilişkiler yerine daha sağlıklı ilişkiler kurmanın yolunu açabiliyor. Bireyselleşme süreciyle birlikte kendi kendimize bakabildikçe, giderilmemiş ihtiyaçlara karşılık bulabildikçe, ailemizle ve çevremizle olan ilişkilerimizin de değiştiğini, daha sağlıklı, işlevsel bir yöne doğru şekil değiştirdiğini söyleyebiliriz. Özetle, ilişkilere yapacağımız duygusal yatırımı, ilişkilerimizi ne kadar ve nasıl besleyeceğimizi, sınırlarımızı, bu ilişkilerin aktif bir parçası olarak biz de belirliyoruz.
Bize kendimizi iyi ve güvende hissettiren insanların varlığı, ilk ailemiz kadar önemli olabilir. Aile içindeki ilişki döngülerinin sık sık gündeme geldiği psikoterapinin de en iyileştirici tarafı ilişkidir. İlişkiler zarar verici olabildiği gibi iyileştirici de olabilir. Dolayısıyla nasıl bir aileye doğduğumuz, kim olduğumuzu, diğer insanları nasıl gördüğümüzü, hayatla kurduğumuz bağı belirleyen unsurlardan biri olmakla birlikte, değiştirilemez değildir. İnsanın en önemli özelliklerinden biri seçim yapabilen, değişebilen ve uyum sağlayabilen bir varlık olmasıdır.
[1] Gough, K. (1971). The origin of the family. Journal of Marriage and family, 33(4), 760-771.
[2] Gough, K. (1971). The origin of the family. Journal of Marriage and family, 33(4), 760-771.