SERKAN KAHYAOĞLU, Klinik Psikolog
Yıllar önce Nuri Bilge Ceylan, Cannes Film Festivali’nde ödül alırken “Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum” demişti. Her geçen yıl ülke içinde ve dışında yalnızlaşmanın ne kadar gerçek olduğunu fark eder, yaşar olduk. Gittikçe artan ve kanıksanan şekilde ayrışan, birbirine yabancılaşan mahalleleri, insanları gördükçe şaşırmayı bile bıraktı insanlar sanki. Öyle ki anlamaya çalışmadan, uğraşmadan hemen kalıp yargılarla kararlar verilir oldu. Laik modern, baş örtülü muhafazakar, Z kuşağı, yüksek eğitimli, düşük eğitimli… Her bir kişi belirli kalıplarla algılanıp kabul edildi, kabul edilmeye zorlandı. Aynı tezgâhtan çıkma diziler, sohbetlerde “diğer mahalleden olanların” etiketlenmeleri ya da hiç konu edilmemesi, bilinmemesi, gerçeklerin görülmemesi, daha doğrusu görülmek istenmemesi neden acaba?
Tüm bunları düşünmemize neden olan “Bir Başkadır” dizisi, bize gerçeklerden el sallıyor, haber veriyor. Birbirinden haberdar olmak istemeyen, kalıp yargılarla tanımlanan “öteki”yi, kişinin kendisinde inkar ettiği tarafını, kutuplaşan, fena şekilde ayrışan hikayeleri birbiriyle konuşturarak gerçekleri görmeye, düşünmeye zorluyor. Bir anlamda yüzleşmeye davet ediyor. Her gerçek yüzleşme gibi şaşkınlık, korku, itiraz ve arınmayı kapsıyor. Belki tam da bu yüzden zihnimizi dahası ruhumuzu meşgul ediyor.
Ayrımcılık ruh sağlığını bozar…
“Bir Başkadır” dizisinde, karakterlerin yıllar yılı yaşadıkları ve içselleştirdikleri ayrımcılıkları görmek mümkün. Bir yandan ayrımcılığın mağduruyken bir yandan faili olmayı, abartmadan, akıl vermeden göstermesi etkisini güçlü ve yoğun kılıyor. “Hadi ben ilkokul okudum cahilim, sen okumuş kadınsın. Sen söyle abla böyle kadın olur mu?”, “Ne anlıyorlar? Ne anlatıyorlar? Nasıl kanıyorlar o imama?”, “Bak kızım; onlar bu yapma çiçek, biz topraktan gelen kopan, kokan, narin çiçeğiz” replikleri hep ben-sen, bizim-sizin mahalle ayrımının örnekleri ve ne yazık ki tam da gerçek. Tüm bunlar zihinde ve eylemde “Ben doğruyum, o değil, öyle ise benim gibi olmalı, ona benzersem onun gibi hissedersem, kötü, yetersiz, zayıf, aptal, günahkâr olurum” dayatmasını, buna bağlı yasakları, içine kapanmaları getiriyor. Oysa hepsi insan halleri, öğrenmeleri ve insan ancak üzerine düşüp yüzleşirse huzur bulabilir.
Ayrımcılık, bir kişinin ya da grubun diğer bir kişi ya da grubu belirli özellikleri nedeniyle dışarıda bırakması, kaynaklardan, fırsatlardan mahrum bırakması, etiketlemesi olarak tanımlanabilir. Böyle bir düşünme şekli ruhumuzu zorlar, bozar. Bir gruba, fikre, inanca, kalıp yargıya bağlı kalınca önyargılar gelişir. Önyargılar yaşamdaki fırsatları, görüşülecek kişileri, düşünülecek fikirleri bir yandan sabitler bir yandan fakirleştirir. Bir grubun içinde, dışarda kalanları beğenmemek, yargılamak, ötekileştirmek, dışlamak, rakip, düşman, kötü olarak tanımlamak kolaylaşır. Bu algı, daha doğrusu inanç, hatta zaman zaman fanatiklik, doğası gereği gerçekleri çarpıtır, görmeyi engeller.
Ruh sağlığını tanımlarken, gerçekliği algılayabilmekten, işlev gösterebilmekten yani ilişkide, işte, yaşamda farkında olmaktan, eylemde bulunabilmekten ve bunun insanlar içinde karşılıklı olmasından bahsederiz. “Bir Başkadır”da ayrımcılığın; karakterlerin ruhlarında ve ilişkilerinde açtığı yaraları, kalıp yargılarla düşünmenin, duyguları ifade edememeye, kendini ve diğerini anlayamamaya nasıl yol açtığını görüyoruz. Yasin’in korkusunu örten sinir bozucu öfkesini, Sinan’ın kendisiyle konuşamayan, yüzleşemeyen başat erkekliğine esir oluşunu, Peri’nin sıkıldığında, dayanamadığında “kapatalım bu konuyu” demesini, Meryem’in “Abla konu monu yok, bir çıkardın Sinan konusu demesinin” altında öğretilen, dayatılan, ruhumuzun ihtiyaçlarını görmezden gelen ayrımcılıkların izlerini görebiliyoruz. Bu örneklerde olduğu gibi ayrımcılık, kişinin kendi ruhuna yabancılaşmasına neden olur. İlişki kurmasını, kendiyle yüzleşmesini, barışmasını, şimdi ve burada, şu anda duygusal, sosyal, zihinsel hatta fiziksel ihtiyaçlarını karşılamasını engelleyip, ruh sağlığını bozar. İnsan bağ kurmak, kişi ve anlamla ilişki kurmak ister. Ne yazık ki, farklı mahallelerin birbirlerine mesafeleri, önyargıları bu huzuru engelliyor.
Terapistin kendisi ve danışanıyla mücadelesi ya da yolculuğu
Yüksek lisansta, hocamız Hanna Nita Scherler “nasıl insansan öyle terapistsindir, nasıl terapistsen öyle insansındır” demişti. Sonra uzun uzun terapistin değer yargılarının, dünya görüşünün işine etkilerini konuşmuş, düşünmüştük, hala konuşup düşünüyoruz. “Bir Başkadır”da terapist Peri’nin “Merhaba”sına “Selamün Aleyküm” diye cevap veren Meryem ile karşılaşması, yalnız ve güzel mahallelerin karşılaşmasını ne de açık göstermiş. Peri bir yandan değer yargılarını işine karıştırmaması gerektiğinin farkında ama içten içe onu ayrımcı yapan dünyayı anlama, algılama şekli, onu otantik olmaktan uzaklaştırıyor. Yani kendisi ve diğeri ile o anda, orada, olduğu gibi, gerçek olmak ve ilişki kurmaktan mahrum ediyor. Meryem’in ise merak ettiği ve şifa aradığı “öteki”lerin dünyasıyla, kalıp yargılarla, yasaklarla, engellerle mücadelesi başlıyor. Yani her ikisi de “şimdi ve burada”nın gerçeklerini, geçmişte öğrenilen, dayatılan önyargı pencerelerinin izin verdiği kadar görebiliyor.
Peri, terapist olarak, kendisine acı verse de önyargılarıyla yüzleşip, danışanıyla ilişki kurmayı, kendisini ve onu dinleyerek ilişkinin dolayısıyla işinin hakkını vermeyi öğreniyor. Bunu hem kendisiyle hem de süpervizörüyle yapar terapistler. Peri de kendisinin yetemediği yerde, kendi mahallesinden olduğunu varsaydığı, halbuki bir başka “öteki”, Kürt olarak bin bir ayrımcılığa uğramış Gülbin’e danışıyor. Hatalarıyla yüzleşmeye, anlamaya çalışan bir terapistin mücadelesini kendine özgü ve gerçek olarak görüyoruz. Yani psikoterapi bizzat terapi sürecini anlamak, değerlendirmek, düzeltmek, düzenlemek, iyileştirmek için mekanizmaları, araçları olan bir süreçtir. Bu nedenle güvenli ve bilimseldir. Bana sorarsanız bunu da iyi göstermiş “Bir Başkadır”.
Bir diğer hocam Levent Küey, “öykü yazabilirseniz terapist olabilirsiniz” demişti. Öykü yazabilmek, olaylara kişilere dışarıdan bakıp gözlemlemeyi, içeriden bakıp anlamayı sağlar. Psikoterapide teorinin bize sağladığı araçlarla düşünür ve danışanın bize anlattıklarını Engin Geçtan’ın bahsettiği “otantik dinleme” ile dinleriz. Bu sayede ona özgü olan kültürün ve evrensel ruhsal ihtiyaçların kesişimini anlamaya çalışırız. Bu beceri iyi bir öykü yazarının; öyküdeki karakterleri, durumları nerede, nasıl ayrıştıracağını, birleştireceğini, olayların, kişilerin birbirleriyle bağlantılarını kurgulamasına çok benzer. Böylece terapist, gerçekle yüzleşme gücü için sağlam, güvenli bir ilişki zeminini oluşturur. Tabii ki Peri’nin yaptığı gibi, önce kendisiyle yüzleşerek sonra bu güvenli ilişkiyi danışanın hizmetine sunarak.
Erkeklikler, kadınlıklar, “ötekiler”, yaşamlar…
Gerçeklerin yaşandığı ilişkiler, gerçeklerin konuşulduğu psikoterapi her yerde ilgi çeker. Bu dizide de olan bu. Haklı olarak diyebilirsiniz ki kimin, hangi gerçeği? “Bir Başkadır” tam da bu sorunun cevabını verdiği için çok kişiyi etkiledi. Herkesin öyküsünü, duygularını, gerçeklerini yargılamadan ama her karakterin birbiriyle iletişim kurma zorunluluğunu göstererek… Öyle ya imam ve terapist, Meryem üzerinden aynı odada, konuşmak zorunda kalıyor. Modern laikle, arka mahallenin gençleri karşı karşıya geliyor. Gülbin ve Gülhan, iki kız kardeş, ortak geçmişleri Kürt olmakla başlayan öteki olma haliyle, birbirlerinden bambaşka olmanın öfkesinin temsilini birbirlerinde buluyorlar. İmamın kızı Hayrünisa’nın korkularına rağmen kendini, sevdiği şeyleri keşfetme cesaretine tanıklık ediyoruz. Kız arkadaşıyla birbirlerine olan aşklarını, bağlılıklarını bakışlarından seziyoruz.
Ruhiye’nin derdini bir türlü anlayamayan, öfkesiyle baş edemeyen Yasin ve insanların kızdığı, alay bile ettiği Sinan, herkese aynı çareyi sunan ama aynı zamanda müşfik, iyi baba olan İmam, kendini bulmaya çalışan Jung okuyan genç, cinsel şiddetin faili adam, hepsi bize yaşamdaki erkekleri hatırlatıyor. Yasin’in çaresizce tek başına ve sıkça bağırıp çağıran hali maço, buyurgan, şiddet dolu erkeğin beceriksiz, sıkıcı, zorba hallerini gösteriyor. Peki başka türlü olması mümkün mü? Evet tabii ki ama bu kendisiyle yüzleşip, olgunlaşmasıyla mümkün olabilir. Sinan için ise skor yapmanın değil sevme becerisinin anlamlı olacağını fark etmek önemli gibi görünüyor. İmam mecburen öğrenecek ama en umutlu olduğumuz karakter sanırım İmam karakteri. Zira bir şekilde dinlemeyi, kendisiyle konuşmayı beceriyor. Jung okuyan ve fark edilmek isteyen genç adam ise nereye gideceğini seçmeye alışıyor, başka mahallelerin varlığını ürkek şekilde anlamaya çabalıyor. Tecavüz eden adamın dışlanmışlığı, şiddete uğraması, dışarda itilip-kakılması ve ama ne yazık ki evde hala muhtemelen şiddet uygulaması görmek istemediğimiz, bir kenara atmak istediğimiz bir başka gerçeğe işaret ediyor.
Tüm bunlarda yönetmen, senarist, oyuncular bize “bakın böyle şeyler oluyor, böyle insanlar var” diyor, ayna tutuyor. Cicili bicili, suni yaşamlardan, ruhumuzu, zihnimizi, ilişkilerimizi, bedenimizi duymayan, fark etmeyen, -meli, -malı’lardan çok sıkılmadık mı? Terapi odasında bu öykülerin acılarını, mizahını, gerçeği sadece bir yanıyla, bir tek şekilde yaşayabileceğini sanan, buna inandırılan insanlarla konuşuyoruz. Herkesin bir başka gerçeğini duymaya çalışıyoruz. Başka başka gerçekler olabileceğini düşünen, fark eden ruhlarına, zihinlerine eşlik ediyoruz. Bu gerçeğe dikkat çektiği için tam da dünyanın, ülkenin bu döneminde bu dizi önem kazanıyor.
Herkesin gerçeğine saygı duyulan, herkesin gerçeğinin fark edildiği bir ülke ve dünya olsun.