EGE ORTAÇGİL, Klinik Psikolog
Bir üniversitenin psikoloji bölümüne adım attığınızda, öğrencilerin kadın ağırlıklı olduğunu kolayca fark edebilirsiniz. Aynı durum, psikolojinin bir alt dalı olan ve psikoterapi yapma ehliyeti veren klinik psikoloji yüksek lisans programları için de geçerlidir. Hiç kuşkusuz, anlamak, dinlemek, kapsamak, güvenli ve mahrem bir ilişki kurmak, psikolojik sağlık, bakım üzerine çalışmak, toplumun kadın olmaya atfettiği rollerle oldukça uyumludur. Öte yandan, pek çok bilim alanında olduğu gibi, psikoloji tarihinde de kuramların, deneylerin, araştırmaların çoğunlukla erkekler tarafından ya da erkek merkezli bir bakış ile kurgulandığını fark ederiz.
Tam bu noktada, Naomi Weisstein’ın meşhur sözünü hatırlamak faydalı olabilir: “Psikolojinin kadınların gerçekleri, gereksinimleri ve istekleri hakkında söyleyeceği bir şey olamaz, çünkü̈ psikolojinin bu konularda bildiği hiçbir şey yoktur.”[1]
Psikolojide Cinsiyetçilik
Tarihte ilk defa, 1960’lı yılların sonunda Weisstein’ın yazdığı “Çocuklar, Mutfak ve Kilise: Bilimsel Yasa Olarak Psikoloji Kadını İnşa Ediyor” makalesi ile psikologların toplumsal, kalıplaşmış yargılara dayanarak araştırma kurguladıklarını, makale yayınladıklarını, teoriler geliştirdiklerini yüksek sesle dile getirmiştir[2]. Psikoloji, belki bilinçli, belki bilinçdışı bir yerden, ikili cinsiyet sistemini, toplumsal cinsiyet rollerini, cinsiyetçiliği normalleştirmiş, tekrar üretmiş̧, pekiştirmiş ve var olan eşitsizliklerin derinleşmesinde rol oynamıştır.
Psikoloji temelini felsefeden almakla birlikte, 1870’lerin sonunda bir bilim olarak tanınmaya başlar. Freud, Adler, Jung gibi psikolojinin tanınmış ilk isimleri nöroloji, fizyoloji, psikiyatri gibi tıp kökenli alanlardan gelir. Kadınların toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle eğitim fırsatlarına erişimleri zorlaştırıldığından, pek çoğu tabiri caizse alana “yan yollardan” giriş yapmak zorunda kalmıştır. Örneğin, Amerikan Psikologlar Derneği (APA)’nin ilk kadın üyesi, hatta bir dönem başkanlığını da yapan Mary Whiton Calkins’e Harvard Üniversitesi hak kazandığı doktora derecesini vermemiştir[3]. Dolayısıyla, psikolojinin erkek egemen ikliminde, insan davranışlarının eksik ve yanlı bir bakış açısıyla ele alınmaya başlandığı söylenebilir.
Psikolojide ataerkil zihniyetin örnekleri denildiğinde, akla gelen ilk isim psikanalizin yaratıcısı olarak tanınan Freud olabilir. Örneğin, Oedipus kompleksi heteroseksüelliği norm olarak kabul eder, penis kıskançlığı kavramı, cinselliği fallus üzerinden kurgulaması, erkek iktidarını yüceltirken, kadınları eksik ve yetersiz tanımlar. Benzer şekilde, psiko-sosyal gelişim kuramının yazarı ünlü Erik Erikson’un “Kiminle evleneceğini bilmeden önce acaba bir kadının kimliği olabilir mi?” gibi sorgulamalara girmiş olması akla gelen bir başka örnek olabilir[4]. Elbette, ataerkil sistem sadece erkeklerin tekelinde değildir; her bir birey içselleştirdiği güç ilişkileri ve cinsiyetçi kalıplarla bu sistemin sürdürülmesinde rol oynayabilir. Örneğin, Melanie Klein, Anna Freud, Mary Ainsworth gibi psikoloji tarihinin önemli kadınlarının çocuk psikanalizi, anne-çocuk ilişkisi, bağlanma, oyun terapisi gibi konular üzerine yoğunlaşmaları manidardır. Kadın olmaya dair toplumsal kalıplar, bu alanda çalışan kadınların seçebilecekleri, kendilerini yetkin hissedebilecekleri temaları, konuları belirlemiş olabilir. Öte yandan, bu teorisyenlerin çocuk bakımından öncelikli olarak anneyi sorumlu tutmaları, annenin var olan alanının sınırlarını tekrar çizmeleri, erken çocukluk döneminde babanın varlığını bu kadar dışarda bırakmış olmaları yine ataerkil sistemle ilgilidir.
Bugün, cinsiyetçi kalıpların psikoloji alanında çalışanların seçimlerini, bir konuyu ele alış biçimlerini, sorudukları ve hiç soramadıkları soruları, buldukları cevapları, bu cevapları nasıl yorumladıklarını önemli ölçüde etkilediğini daha iyi fark edebiliyoruz. Psikoloji, bu normların neredeyse hepsini hiç sorgulanmadan kabul etmiş, kadın ve erkek olarak iki homojen grup tanımlamış ve sürekli birbirleriyle kıyaslamıştır. Örneğin, depresyon, kaygı, yeme bozuklukları gibi tanılarla ilgili yapılmış neredeyse her araştırmada, yazılmış her makalede “kadınlar erkeklere göre…” diye başlayıp devam eden bulgulara rastlamak mümkündür. Benzer bir tablo, beyin, zekâ, sözel ve sayısal beceriler, duygular, empati, şiddet, başarı, psikolojik dayanıklılık gibi sayısız farklı konuda yapılmış araştırmaların sonuçlarında da görülebilir. Özetle, farklı kadınlıkların ve erkekliklerin olduğunu yok sayan, es kaza denk gelinirse bunları “sapma” olarak nitelendiren, herkesi heteroseksüel kabul eden, zaten bu sonucu almak için kurgulanmış araştırmalar, tam da beklediklerini alırlar. Ataerkil zihniyet, aynı zihniyeti doğurur; kadınların toplum içindeki dezavantajlı konumu belirginleştirilir, herkes için son derece sorunlu “kadının ve erkeğin özüne” dair çıkarımlar yapılır. Kadınların ve erkeklerin sözüm ona birbirlerinden daha iyi ve kötü olduğu alanlar, beceriler, özellikler tanımlanır. LGBTİ+ bireyler mi? Onların konuyla bir ilgisi yoktur; araştırmalarda çoğunlukla doğuştan atanan cinsiyet bir değişken olarak kullanılır ve bu veri iki seçeneğe hapsedilmiştir. Böylelikle, bir durumun ortaya çıkmasına neden olan toplumsal ve psikolojik bağlam, farklı özelliklerin bir arada oluşu, kesişimler, ortaklıklar, benzerlikler ya da öznel deneyimler konuşulamaz hale gelir.
İşte feminist psikoloji, tüm bunlara isyan ederek, psikoloji tarihine bir giriş yapar.
Feminist Psikoloji
Başlarken, feminizme bir parantez açmak önemli olabilir. Deneyimlerimden biliyorum ki, feminizm sözcüğüne alerjik yaklaşılabiliyor, “erkek karşıtlığı” olduğu düşünülebiliyor. Bu önyargıyı kırmak için hayatı boyunca çalışan, “Feminizm Herkes İçindir” kitabının yazarı Bell Hooks, feminizmi, “cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürüyü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir hareket” olarak tanımlamıştır[5]. İnsanı, kadın ve erkek olmak üzere ayıran ikili cinsiyet sistemine karşı çıkmış, her bir bireyin toplumsal cinsiyet rollerine, cinsiyete dayalı önyargılara ve ayrımcılığa kafa tutması için birçok nedeni olduğunu vurgulamıştır. Deyim yerindeyse, cinsiyetçiliğin herkese pahalıya patladığını bize tekrar tekrar hatırlatmıştır.
Feminist psikoloji, psikolojideki kuramları, yöntemleri ve uygulamaları eleştiren bir akım olarak tanımlanabilir[6]. Öncelikle, “insan davranışı eşittir erkek davranışı” varsayımına karşı çıkar. Örneğin, başarının belirleyicileri hakkında bir araştırma yaparken, başarı ücretli bir işte çalışmakla, ünvanla, konumla ya da kazanılan paranın miktarıyla ölçülmeye kalkılırsa, erkekler açık ara farkla başarılı bulanabilir. Oysa gerçek, kadınların başarılı olmaması değil, eğitim, istihdam gibi haklara erkekler kadar kolay erişememesi, aynı işi yapsalar bile erkeklere göre daha düşük ücret almalarıdır. Feminist psikoloji, kişisel gerçekliğin toplumsal gerçeklerden bağımsız okunmasını eleştirirken, sistematik ayrıcalıklara ve sistematik ayrımcılığa dikkat çeker, bu sistemin değişimine dair mücadelede kadın, erkek, herkesin dayanışmasını önerir[7].
Psikoterapi süreci içinde de ataerkil zihniyetin tuzaklarını fark edebilmek önemlidir. Örneğin, farklı partnerlerle cinsel deneyimlerini paylaşan bir erkeğin “özgür”, kadının “sapkın” algılanması, şiddete maruz kalan bir kadının o ilişkiden çıkmıyor, çıkamıyor diye “mazoşist” olarak tanımlanması, suçlanması oldukça tehlikelidir. Terapistin kabul ettiği bu tür kadınlık-erkeklik ve cinsellik normlarını sorgulayarak, kendine, önyargılarına bakması ve dönüştürmesi terapinin kalitesini belirler. Danışanla gerçek, karşılıklı ve eşit bir ilişki kurabilmek, sorunların altındaki olası sosyal ve politik unsurları fark ederek dayanışabilmek, özgün kimliklerine saygı duyarak kendilerini tanıma, anlama yolculuklarına eşlik etmek psikoterapinin temelidir.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü yaklaşırken, biliyoruz ki dünyanın dört bir yanında kadınlar, üstlerine yapıştırılan cinsiyet rollerini sorguluyor, şiddetle, eşitsizliklerle mücadele etmeye devam ediyor, örgütleniyor, dayanışıyor, eşitlik taleplerini tekrar haykırıyor. Toplumun bir bireyi ve ruh sağlığı alanının bir çalışanı olarak psikoterapistlerin de bu mücadeledeki sorumluluklarını fark etmesi değerlidir. Öncelikle kendimizden başlayarak, kullanılan kuramların, yaklaşımların, yöntemlerin eşitlikçi bir bakış açısıyla tekrar ele alınması, akademik yayınlardaki cinsiyetçi yaklaşım ve söylemlerin dönüştürülmesi, cinsiyet eşitsizliklerinin, ötekileştirmenin ve ayrımcılığın önlenmesinde aktif rol oynamak mümkündür.
[1] Weisstein, N. (1971). Psychology constructs the female, or, the fantasy life of the male psychologist. Social Education, 35, 362-373.
[2] http://feminist-reprise.org/docs/RF/PSYCHOLOGY_CONSTRUCTS_FEMALE.pdf
[3] https://www.apa.org/about/governance/president/bio-mary-whiton-calkins
[4] Erikson, E. (1964). İnner and outer space: reflection on womenhood. Deadalus, 93,582-606.
[5] Hooks, B. (2016). Feminism herkes içindir. BGST Yayınları, İstanbul.
[6] Bolak-Boratav, H. (2021). Feminizm ve psikoloji: sıkıntılı bir ilişki. Reflektif Journal of Social Sciences, Vol. 2(1), 143-163
[7] Bolak-Boratav, H. (2021). Feminizm ve psikoloji: sıkıntılı bir ilişki. Reflektif Journal of Social Sciences, Vol. 2(1), 143-163