MELTEM YILMAZ, Klinik Psikolog
Psikanaliz 1890’ların başında Sigmund Freud’un fizyolojik herhangi bir nedene bağlanamayan bedensel şikâyetlerin arkasında yatabilecek zihinsel süreçleri incelemesiyle ortaya çıkıyor. Daha 20. yüzyıla dahi gelmemişken düşünün ki bir hasta geliyor, ve kolumu hissetmiyorum diyor. Tüm medikal taramaların sonrasında herhangi bedensel bir problem saptayamayan doktor, hastayı yalan söylemekle suçlayıp evine geri gönderiyor. Freud, bu işte başka bir iş olduğunu fark edip, nörolojik çalışmalarını bir kenara bırakarak, hastaların duygularıyla, düşünceleriyle, hatırlayamadıkları anıların hala hissettirdiği yoğun duygulara odaklanıyor. Önce hipnozla başlıyor serüvenine, sonra birçok nedenden bu yöntemden tatmin olmuyor ve galiba bu kişiler kendilerine dahi izah edemedikleri ve farkında olmadıkları düşünceleri bastırıyor, ve ulaşamayacakları bir yere hapsediyor diye düşünüyor. Fakat, o bastırılan düşünceler, duygular hapsolunması istenen yerde duramıyor, aynı zamanda hatıra da gelmiyor, fakat vücutta kendine bir yer ediniyor. Bu yer, o kişi için bir anlam ifade eden bir yer oluyor, psikanaliz de bu yeri, anlamı, hatırlanmak istenmeyen o bilincin dışına istemsizce itilenleri ve onların ilişkilerini anlamaya çalışıyor.
Yıllar içinde Freud teorisini güçlendiriyor, genişletiyor, onu takip eden klinisyenler, kızı Anna Freud da dahil, kendi yaklaşımlarını oluşturuyor. Bu yaklaşımların kimisi dış dünyanın doğrudan etkilerinden bağımsız bizim bilincimizin dışında olup bitenlere odaklanıyor, kimisi ilişki kurduğumuz insanlarla yaşadıklarımızın iç dünyamızdaki etkilerini inceliyor. Bazıları ise arzuladıklarımız ve toplumun bizden talep ettikleri arasında denge bulmak için başvurduğumuz yolları merkezine alıyor.
Her ne kadar çalışma biçimleri, terapiye gelen kişilere yaklaşımları farklılıklar gösterse de temelde şimdi bahsedeceğimiz noktalarda birleşiyorlar. Psikodinamik terapide öncelikli amaç terapiye getirilen şikayeti kısa sürede çözmek, ortadan kaldırmak değil kişinin kişiliğinin nasıl bugünkü yapısına ulaştığını, nasıl oluştuğunu anlamaktır. Kısaca, bir semptom kısa sürede çözülür, ama bir süre sonra bir diğeri zihinde veya vücutta kendine yeni bir yer edinir: önemli olan ve incelenmesi gereken kişiliğin yapısıdır. Bu savın ardından, tüm dinamik yaklaşımlarda ortak olan ve terapide çalışılan bir diğer nokta, anne karnından başlayarak kişinin anne babasıyla, okuluyla, kültürel dünya ile nasıl ilişkiler kurduğu ve gelişiminin yıllar içinde bu ilk yılların gölgesinde nasıl kendine bir ışık bulduğudur. Bebeklik ve çocukluk, o döneme dair hatırlayamadıklarımız ama bilincimizin dışında kendine çoktan yer edinmiş bu deneyimler, şu an kim olduğumuzun temelini oluşturur. Sonuçta dünyaya geldiğimizde bu dünyanın bize getireceklerinden habersiz anne babamızın bize tuttuğu aynada kendimizi tanımıyor muyuz? Tüm psikodinamik terapi yaklaşımlarda ortak bir diğer konu, terapist ile terapiye gelen kişi arasındaki ilişkidir. Zira terapist de diğer ilişki kurduğunuz insanlar gibi yeni bir ilişkiye adım attığımız bir kişidir. Diğer insanlarla kurduğunuz ilişkiyi, ister istemez terapistinizle kurduğunuz ilişkide tekrar canlandırırsınız ve bu da üzerine konuşulması son derece kıymetli başka bir dinamik terapi konusudur. Mesela, size ilk bakım veren ebeveynlerinizle kurmuş olduğunuz bağda, ebeveynlerinizi ‘otoriter’ bir konumda içselleştirdiyseniz, terapistinizin herhangi bir davranışını, o davranışın arkasındaki motivasyondan bağımsız olarak, otoriter olarak algılayabilirsiniz.
Özetlersek, psikodinamik terapide davranışlarınızın arkasındaki motivasyonları, farkında olmadan verdiğiniz tepkilerin geçmişinizde nereye dokunduğunu, rüyalarınızı, ilişkilerinizi konuşursunuz. Yönlendirilmez, ama pür dikkat dinlenirsiniz, terapistinizin sorularıyla daha çok düşünürsünüz. Kendinizi araştırdıkça, yaptıklarınızın sizde uyandırdığı duygulara, yapma nedenlerinize dair kafa yordukça, içinizdeki o derin dünyaya dair içgörüler kazanırsınız. İşte tam bu noktada da, psikodinamik yaklaşımda siz bir danışan, terapistiniz de bir danışman değildir. Bu ilişkide size bir danışmanlık verilmez. O hafta zihninizi meşgul eden konuları, bulunduğunuz anın içinde hissettiklerinizi, geçmişten bu yana sizinle gelmiş anılarınızı terapi odasına getirir, onlar üzerine beraber düşünür, yaşantılarınızın anlamını arar, ilişkilerinizin yapısını sorgularsınız.
Her ne kadar temel amaç olmasa da, bu içgörülerin sizi değiştirmesine tanık olur, terapiye başlamanıza neden olan şikayetlerinizin azaldığını fark edersiniz. Bir kişilik nasıl ki kısa sürede oluşmuyorsa, bu terapi süreci de kısa süreli olmuyor ne yazık ki. Şimdilerin hızı ve çözüm odaklı beklentilerinin aksine, sabırla her hafta aynı saatte, birbirini takip eden haftalarda terapistinizce beklenirsiniz. Sonuç olarak, terapistiniz size ‘dinamik terapi yapmaz’, çünkü bu süreçte siz pasif değil, sürecin tam da merkezisinizdir.