GİZEM DAL, Klinik Psikolog
Yalnızlık deyince aklınıza neler gelir? Sanırım çok çeşitli ve çelişkili çağrışımlar uyandırabilen bir kavramdır yalnızlık. Kimilerimiz için oldukça olumsuz hisler uyandıran bir durumdur; soğuk, karanlık, hüzünlü veya bunaltıcıdır. Kimi zaman bir nebze katlanılabilir, başa çıkılabilir bir durumken kimi zaman katlanılması oldukça güç bir acıdır. Birisiyle temas ederek bir an önce kurtulmak istenir. Kimileri için ulaşılmak istenen bir durumdur belki yalnız kalma hali. Bazıları kabuğuna çekilmek, rahatlamak, düşünmek, üretmek ve bundan keyif almak isterken, bazıları kendini bir şeylerden korumak için ister yalnız kalmayı.
Çağrışımlardaki bu çeşitliliği anlamlandırmadan önce şu ikisinin ayrımını yapmak gerekir: Bir his olarak yalnızlık ve fiziksel bir durum olarak yalnız, yani bir başına olmak. Belki ikisi aynı veya her daim birbirini tetikleyen şeylermiş gibi gelebilir, ancak genellikle bir his olarak yalnızlık olumsuz çağrışımlar yaparken diğeri olumsuz olmak zorunda değildir. Yani örneğin, bazılarımız kalabalıklar içindeyken bile daimi bir yalnızlık hissederken, bazılarımız için bir süre tek başına kalmak o kadar da yalnız hissettirmeyebilir. Peki bu farklılıklar nereden gelir? Bu yazıda temel olarak yalnızlık deneyimlerindeki kişisel farklılıklara ve bunların gelişimsel kökenlerine değineceğiz.
Yalnızlığınızı Nasıl Alırsınız? Özlem Dolu Mu Yoksa Bomboş Mu?
Psikanalist Shmuel Erlich, yalnızlığı temelde iki farklı deneyim olarak ele almıştır[1]. Birisi yalnızlığın bir kayıp duygusu ve bunun getirdiği hüzünle ilişkilendirildiği içsel bir deneyimdir. Örneğin bu, sevilen bir kişi, sahip olunan bir nesne veya konumun geçici bir süreliğine veya tamamen yitirilmesinin ardından gelen bir ayrılık acısı gibi düşünülebilir. Bu durumda yalnızlık, giden her ne ise onun için özlem duymak, geri dönmesini istemek gibi duygular içerir. Temel olarak, yalnızlığa zemin hazırlayan kaybı telafi etme umudu vardır, gerçekte veya hayal dünyası içinde böyle bir çaba içine girilir. Örneğin, yeni bir şehre taşındığınızda geride bıraktığınız arkadaşlarınızı aramak veya onlarla geçirdiğiniz anılarınızı düşlemek gibi. Bazen umutlar boşa çıkar ve kayıp telafi edilemez, gidenin ardından bir yas tutulur ve sürecin sonunda yeni ilişkilenme yolları bulunur. Taşındığınız şehirde yeni arkadaşlar edinmeye çalışmak bu duruma örnek olarak düşünülebilir. Sonuç olarak, her ne kadar sancılı olursa olsun, bu türden bir yalnızlık deneyimiyle ya yeniden aynı şeyle ilişkilenerek ya da başka yeni ilişkiler kurularak baş edilmiş olur.
Öte yandan, yalnızlık içimizde özlem duyulan bir kayıp yerine tarifsiz bir boşluk hissi gibi de deneyimlenebilir. Burada mühim olan, ihtiyaç duyulan ötekinin veya nesnenin fiziksel olarak var olup olmaması değildir. Bazen onun varlığında dahi yalnız, eksik ve yetersiz hissedilebilir. Bu durumda, birine veya bir şeye kavuşma isteği söz konusu olmadığından umut etme hali içine de girilmez. Hiçbir şeyden keyif alamama, can sıkıntısı, çaresizlik, hissizleşme veya taşlaşma, anda olamama veya andan kopma, kendini dışardan izliyormuş gibi hissedilebilir. Bu türden bir yalnızlık deneyimine katlanması oldukça güç olabilir. Bu sebeple kişi kendini korumak adına, bazen hiç farkında olmadan, bir şekilde yalnızlığını giderme, bu durumdan kaçma yoluna gider. Bağımlılıklar bu durumun en tipik örneğidir; kişi içindeki boşluğu seri bir şekilde tüketerek ve kendini oyalayarak doldurmaya çalışır. Bu tüketim ve oyalanmanın içine pek çok şeyi dahil edebiliriz; yemek, uyku, cinsellik, ilaç, dizi, bilgisayar oyunu, alkol, okul veya iş için sürekli çalışma hali… Ancak bu durumda, temelde hissedilen eksikliğin gerçekçi bir telafisi söz konusu olmadığı, yalnızlık hissi tam olarak giderilemediği için bir tatminsizlik yaşanır. Anlık rahatlamalar yaşansa da yalnızlığın acı verici deneyimi sürekli olarak tekrar eder durur. Burada esas olarak giderilmek istenen ihtiyaç ise devamlılığı ve derinliği olan bir ilişkidir. Ancak kişi tam da böyle bir ilişkinin içinde bir şekilde kalamadığından içten içe bir yalnızlık hissetmektedir. Bu tür bir yalnızlık deneyimine temel oluşturan, derin ve devamlılığı olan bir ilişki kurmadaki zorluklar nereden gelir? Bunun cevabı gelişimin erken dönemlerinde bakım verenlerimizle kurduğumuz ilişkilerde yatmaktadır. Bu dönemlerde kurduğumuz ilişkilerin niteliklerine bağlı olarak geliştirdiğimiz önemli bir kapasite vardır ki; ilişkiler içinde kalabilmeyi, tek başımıza olduğumuz zamanlarda o derin yalnızlık duygusunu deneyimlememeyi mümkün kılar. Bu, psikanalist Donald Winnicott’ın meşhur tabiriyle, “yalnız kalma kapasitesi”dir[2].
Yalnız Kalma Kapasitesi ve Gelişimi
Yalnız kalma kapasitesi, henüz çocukluk dönemlerinde gelişmeye başlayan, bir başınayken bundan keyif alma, bunu değerli bir vakit olarak görme deneyimidir. Bir anlamda dışardan bir müdahale veya dışarıyla kurulan bir temas olmadan, kişinin içinde huzurlu bir alan bulabilmesi gibi düşünülebilir. Winnicott’a göre, çocuğun bu kapasiteyi geliştirebilmesi için paradoksal bir biçimde onu koruyan, ihtiyaç duyduğunda tutarlı bir şekilde yanında olabilecek birilerinin varlığı gereklidir. Yani, yalnız kalabilmeyi başarabilmek için öncelikle ihtiyaç anında çoğunlukla yalnız bırakılmamış olmak gerekir. Bu sayede çocuğun zihninde, diğeriyle fiziksel olarak birlikte olmasa da ihtiyaç duyduğunda ondan destek alabileceği, onun tarafından korunabileceği, tamamen terk edilmiş halde bırakılmayacağına dair beklentiler, yani diğerine dair bir güven duygusu oluşur. Bu güven duygusu ilerde yakın ilişkiler kurabilme ve bunu sürdürebilmek için son derece önemlidir. Çünkü bu sayede kişinin zihninde ilişki kurduğu öteki yanında olmasa da ilişkinin devam edebileceğine dair içselleştirdiği bir senaryo oluşmaktadır. Bu durum onu ilişkinin biteceğine ve ilişki içinde incineceğine dair acı verici kaygılardan uzak tutar, ilişki içinde olmayı katlanılabilir kılar.
Yalnız kalma kapasitesinin gelişimi için aynı zamanda kişi kendi kendine vakit geçirebilir haldeyken bunun dışardan müdahalelerle engellenmemesi de önemlidir. Mesela, aynı ev veya odanın içinde bir yanda kendi kendine oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk ile diğer yanda kitabını okuyan bir ebeveynin ilişkisini düşünebilirsiniz. Çocuğun, ebeveynin devamlı olarak ilgisine ihtiyaç duymadan, sadece ara sıra -örneğin onu heyecanlandıran veya korkutan bir durum olduğunda- ebeveynin yanına giderek ondan duygusunu yatıştırabilmek için destek alması, benzer şekilde ebeveynin de çocuğun talebi olmadan onun oyununa müdahale etmemesi, eğer çocuk da istekliyse ona eşlik etmesi, bu kapasitenin gelişimini sağlayan önemli deneyimlerdir. Bu sayede bir diğeriyle ilişki içindeyken kendi yarattığı huzurlu alanına müdahale edilmeyeceğine dair bir güven duygusu da gelişebilir. Her iki taraf da kendi özel alanlarını koruyarak birlikte var olabilir.
Her yalnız kalış, boğucu, ümitsiz ve aynı zamanda kronikleşmiş bir yalnızlık hissini beraberinde getirmez. Bazı yalnız kalışlar keyiflidir, bazıları hüzünlü ama telafi edilebilir. Bazıları ise içimizde hiç kapanmayan bir boşluk gibi deneyimlenir, çevremiz dopdolu olsa da içimizde bizi sarıp sarmalayan kimse yokmuş gibi gelir. Kuşkusuz en acı veren yalnızlık deneyimi de budur. Yalnızlığı nasıl deneyimlediğimiz erken dönem ilişkilerimiz ışığında şekillense de biz dönüp yalnızlıklarımıza bakma cesareti gösterdikçe iç dünyamız 7’sinde neyse 70’inde de öyle kalmayabilir.
[1] Erlich, H. S. (1998). On loneliness, narcissism, and intimacy. American Journal of Psychoanalysis, 58 (2), 135-162.
[2] Winnicott, D.W. (1958). The Capacity to be Alone. International Journal of Psycho-Analysis, 39, 416-420.